16 Mayıs 2016 Pazartesi







İLGİ ÇEKİCİ BİR SLOGAN:

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (film)


1984 yılında vizyona giren bir İngiliz filmidir. George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik roman olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabından uyarlanmıştır.

Oyuncular



Eleştiri

Hemen belirtelim ki film romanın bahsettiği yılda bir vefa borcu ve aynı zamanda güncel bir tehlikeye karşı uyarı mahiyetinde çekiliyor. 

Büyük biraderin ülkesinde 40 lı yaşların başında sıradan bir insan olarak var olan Winston Smith , partinin ideolojik aygıtlarında çalışan binlerce kişinden biridir. Bir yataktan ibaret daracık meskende yaşamakta, sabah kalınca bir telemetrenin gözeteminde sabah sporunu yapmata, sonra herkesin giymek zorunda olduğu tek tip üniformayı giyip işine gitmektedir. Ancak Winston rejimden hiç de mennun değildir. Ne var ki bu düşüncesini açıklayacak basit bir not defterinden başka kimsesi de yoktur. Kimseye güvenilemez, güvenilir birisi bile ajan olabilir. Ama örneğin şu karşı masadaki adam da sanki rejim muhalifidir, öyle ya suratında bir bezginlik var ! 
Tam bu sırada sahneye Julia çıkar. Julia ile yasak bir aşka başlar Winston ki aşk da yasaktır bu ülkede onu da belirtelim.Evlenmek üremek için izin verilen bir şeydir ama hoş da karşılanmaz.Üremek de tehlikelidir çünkü bahsettiğim gibi, çocuklarınız ideolojik bir eğitimden geçmekte ve ailelerini mimlemek üzere kullanılmaktadır. 
Julia ve Winston'un aşkı filmin en çarpıcı ve şok edici sahnesiyle biter. Filmin olay örgüsü kısaca böyle. 

Filmde , korku ve otorite, baskı , propaganda, otokontrol son derece başarıyla işleniyor. Sahne ise kusursuz. 
Öte yandan ülkede ekonomik bir sefalet de var. Temel besin maddelerine dahi zorlukla ulaşılıyor. Her yer yıkık viranelerle dolu.Traş bıçağı dahi zor bulunan bir şey.Kahve ,çay gibi keyif maddeleri ise yok. Bu öyle bir dünya ki nefes almanız bile bir merkezden izleniyor. Buharlaştırılan yani öldürülen insanlar ise önce yoğun bir işkenceden geçiriliyor. İşkencede yaptıkları ve bu arada yapmadıkları pek çok şeyi itiraf ediyorlar. Halkın önünde deşifre ediliyorlar. Pişman ve ıslah olduklarını söylüyorlar. Daha sonra ise akibetleri belirsiz. Aslında öldürülüyorlar. Ve bir süre sonra isimleri kayıtlardan siliniyor. Yani hiç yaşamamış oluyorlar. 


Film, uyarlandığı romanın epeyce gölgesinde kalmış , bunu belirtmek zorundayım. Bir kere kısa, romanda geçen pek çok olaya değinmiyor. Değinmediği olayların bir kısmı ise atlanmaması gereken detaylar. Sahnenin kusursuzluğu, oyuncuların başarısı da yeterli olmuyor. İzlerken sanki ''bu sene 1984, hem romanı analım, hem biraz kültür fizik hareketi yapmış oluruz '' diye gaza gelinip çekilmiş bir film izlenimi alıyorsunuz. Yani sırf çekmiş olmak için bir film çekmişler gibi. Ve konu çok başarılı bir şekilde olgunlaşırken aniden finale geliyorsunuz. Bir şeyler askıda kalıyor sanki. Öyle hissediyorsunuz. Yani sahne, oyunculuk tamam ama kurgu çok da başarılı değil.Yine de , benim gibi romanı daha önce okumadıysanız filmi beğenmeniz büyük olasılık. 

1984' TEN NE ANLADIM?

Kitap okurken sizi çok fazla merakta bırakmayan bol bol düşüncelerin olduğu konuşma metinlerinin en sona doğru sıklaştığı bir kitap.Kitapta 3 çeşit insan karakterinin analize ediliyor  yönetenler,orta sınıf (yöneticilerin yerinde olmak isteyenler) ve bunların hiç birini takmayan günlük hayatına bakan bir işçi sınıfı var.İnsanlar öyle deli gibi partiye tapıyor ki küçücük çocuklar bile anne babalarını ispiyonluyorlar.Ülkede barış sevgi ve nefret bakanlığı diye bakanlıklar var bunların görevi ise  tam tersini yapmak.
İnsan aklı hür müdür yada gerçek nedir? İnsanın zihninde yaratılandan başka gerçek var mıdır?
2×2 kaç eder ? 2×2 bazen 3 bazen 5 edebilir mi?Gerçek diye algıladığımız şeyler aslında kendi kurgularımız mıdır?
Kitabı okuduktan sonra böyle sorularla kalıyorsunuz.
Ben seni sende beni sattın.

Cem Kurtuluş’tan kitap incelemesi: George Orwell “1984”


George Orwell, çoğu kişinin 1984 adlı romanıyla tanıdığı yazar. 1984;  kitabının önsözünde dediği gibi  ‘ Orwell’ın sanatının tacıdır ve kuşku götürmez biçimde,dikenlerden oluşmuş taçtır bu."  Kitabın önsözünün dikkatli okunması gerektiği kanaatindeyim.  Bu önsözde yer alan diğer önemli sözlerden biri kitapta şöyle yerini alıyor. " Orwell'a göre özgürlük, yazıyla ilintilidir ve özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar kötü konuşur, kötü yazarlar; anlamın , bütün anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar. Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır "
Dünyada küçük balıkları yutanlar, medyayı kendi tarafına çeken paralı patronlar, bir emrin altında çalışanlar, çıkarlar,  menfaatleri ile patronların sözünden çıkmayanlar, gizlice kameranlar tarafından izlenen insanlar. Tuvalette, banyoda, yatakta, sokakta, evde, aklınıza neresi geliyorsa…
 George Orwell " 1984"  kitabında  bizi umut ile korku arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Kendi dünyasını kuruyor, bu dünyanın içinde kaybolmamızı istiyor.  Kitaba dönecek olursak; kitapta konu 3 süper devlet üzerinde geçiyor. Okuyucuya kitap 3 bölüm şeklinde aktarılıyor.  Özgür düşünceyi kaldırmak için her şeyi yapan anlayış her tarafa yerleştirilmiş durumda, tele ekranlar ve mikrofonlar tarafından insanlar sürekli izleniyor.  Bu düzen içinde yaşamaya çalışan Kahramanımız Winston Smith. Kitap bize Winston Smith'i  partinin çıkarları doğrultusunda çalışan biri olarak tanıtıyor. Kitabın ilk bölümünde Winston Smith'in  neler yaptıkları anlatılıyor okuyucuya.  Winston en büyük suçu işleyerek  partideki kuralların dışına çıkarak devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanları kandırdığını düşünüyor. 
 Partinin kurallarına göre bir fahişeyle ilişkiye girmek yasaktır. Asıl amaç cinsel ilişkiden zevki kaldırmaktır. Evlilik ya da başka bir şey cinsel ilişki hayatlarından kaldırılacaktır.  Her şey partinin isteği doğrultusunda olmak zorundadır. Burada Orwell kendi dünyasını yaratıyor. Günümüzde düzenin aynı işlediğini Orwell bize kapalı bir üsluple anlatıyor.
Partide gerçek bir aşk ilişkini düşlemek  olanaksız, buna kalkışan en büyük cezaya çarptırılmaydı. Kitapta bu kısım şöyle anlatılıyor;
" Tüm kadınlar, partinin amaçladığı gibi ulaşılmazdı. İstediği, sevilmekten çok, ömründe bir kez de olsa bu erdem duvarını yıkmaktı. Cinsel eylem, eğer başarıyla yerine getirilirse başkaldırmak demekti. Birisini istemek bir düşünce suçuydu…" 
Partideki kadınların hepsi aynı. Her şeyin baş kahramanı Winston Smith. Winston Smith, Londra’da oturani Okyanusya’nın propaganda fabrikası hakikat vekaletinde çalışan vasat zekalı memurdur. Daha önce verilen bilgiler Winston’un parti içindeki göreviyle alakalı. 1984'ü  okuduğumuzda karşımızda Londra'yı buluyoruz.  Kitabın başlarında " Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir " sözleri kitabın başlarından itibaren hafızamızda yerini alıyor.  Kitabın başlarından itibaren Kahramanımız Winston Smith'in neler yapacağını gözlemliyoruz. 
Parti’nin hemen hemen efsanevi düşmanı karşı ihtilalcı ve partinin bütün askeri,ekonomik başarısızlıkların sebebi olarak gösterilen Emmanuel Goldstein ‘in perdede görünmesiyle salondakilerin nefreti zirveye erişir. Goldstein, yarı mistik bir adamdır. Büyük Birader ismi parti için  büyük önem taşır. Herkes emirleri ondan alır, kimse ona karşı gelemez, karşı geldiği takdirde en ağır cezayı alır. Korku imparatorluğu arası mekik dokumalar işlemden geçirilir.  Aynı zamanda Büyük Biraderin yüzünü gören yoktur,Salondakilerin nefreti arttığında Golstein’a lanet okur ve küfür ederler. 
" Büyük Birader " (Big Brother)  ismi çeşitli ülkelerde kavramsal olarak kullanılır, burada anlatılması istenen Büyük Biraderin bir korku imparatorluğu yaratması, ve diktatörlüğüyle bütün insanları susturma isteği.. Romanın bu bölümünde Winston'un karıştığı mevzuların nasıl olduğunu anlamak için şu alıntıyı paylaşmak uygun olur. Sadece Winston ile ilgili değil, Büyük Birader'in tek söz sahibi olduğu bir yeri çok iyi anlatan sözler desek de kabul görür. 
" Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Uykudan, ansızın sarsılarak uyanma, omzunuzu dürten kaba bir el, gözlerinize tutulan ışık, yatağınızın çevresinde katı yüzlerden bir halka. Olayların büyük çoğunluğunda yargılama olmaz, tutuklama gerekçesi gösterilmezdi. İnsanlar geceleri ortadan kayboluverirlerdi, o kadar. Adları sicillerden silinir, o güne dek tüm yaptıkları kayıtlardan silinir bir zamanlar var oldukları yadsınır ve sonra unutulurdu. Böyle ortadan kaldırılanlara, yok edilenlere genellikle buharlaştı denilirdi. " 
 Proleterler hakkında uzun bir alıntı romanın en önemli cümlelerinden. 
“ Proleterler yönetimsiz bırakıldıkları zaman Arjantin’ın ovalarına salınıvermiş sığırlar gibi, doğal buldukları ilkel bir yaşam birimi geliştirmişlerdi. Doğarlar, sokaklarda büyürler, on iki yaşında işe gitmeye başlarlar, kısa bir güzellik ve cinsellik döneminden geçip yirmi yaşında evlenirler, otuz yaşında orta yaşlı olurlar ve ortalama altmış yaşına ölürlerdi. Ağır bir çalışma hayatı, ev ve çocuk sorunu, komşularla ufak tefek tartışmalar, sinema, futbol, bira ve her şeyden önemlisi kumar, akıllarının ufkunu doldururdu. Onları denetlemek zor değildi. Düşünce Polisinin birkaç casusu aralarında dolaşır, yalan dolan söylentiler yayar, tehlikeli olabileceği düşünülen bireyleri saptar ve ortadan kaldırırlardı; ama Partinin ideolojisini kendilerine aşılamak için, hiçbir girişimde bulunmazlardı. Proleterlerin, güçlü siyasal görüşlerinin olması istenmezdi. Onlardan beklenen tek şey, çalışma saatlerinin uzatılması ve yiyecek tayını kısıntılarını kabul etmelerini kolaylaştıracak ilkel bir yurtseverlik duygusuydu. Bazen hoşnutsuzluk duyabiliyorlardı, ama bu hiçbir sonuca götürmüyordu onlardı, çünkü tutunacakları herhangi bir düşünceleri olmadığından, bu hoşnutsuzlukları ufak tefek, belirli sorunlara yöneliyordu. Büyük sorunların her zaman dikkatlerinden kaçması kaçınılmazdı. Proleterlerin büyük bir kısmının evinde tele ekran bile bulunmazdı. Sivil polis işlerine çok az karışırdı. Londra’da her türlü suç almış yürümüştü; hırsızlar, dolandırıcılar, fahişeler, uyuşturucu madde pazarlayıcıları ve her türlü karanlık işle uğraşanlar, dünya içinde dünya oluşturmuşlardı; ama tüm bunlar proleterlerin kendi bünyelerinde var olduğundan önemsenmiyordu. Ahlak konularında , dedelerinin kurallarını izlemelerine izin veriliyordu. Partinin cinsel disiplin eğitimi onlara uygulanmıyordu. Rastgele cinsel ilişkiler cezalandırılmıyor, boşanmaya izin veriliyordu. Eğer proleterler herhangi bir gereksinim duymuş olsalardı, ibadete ve dine bile izin verilecekti. Kuşkunun sınırları dışındaydılar. Partinin sloganında belirtildiği gibi ‘ Proleterler ve hayvanlar özgürdür “ 
Partilerin kişilerden daha üstün tutulduğu 1984'te gözümüze sokuluyor, böyle bir düzende kişilerin değil, partilerin bir şeyleri değiştireceği betimleniyor ve her şey tek adam üstüne kurulu olduğunu, günümüzde de bu tek adamlık sistemini Orwell gözümün içine sokarak anlatıyor. Kitapta 1950'li yılların öncesine dönemine şöyle değiniliyor, eski zamanlara bir gönderme olduğu bariz belli oluyor. 
" Ellili yılların öncesindeki her şey yitip gidiyordu. Başvurulacak somut kayıtlar olmadığından kendi yaşamınızın bile kesinliği kalmıyordu. Anımsadığınız kimi olaylar uydurmaydı. Olayların yer aldığı havayı tekrar yakalayamadan onlara ait bir takım ayrıntıları anımsıyordunuz. Arada bir türlü doldurulamayan büyük boşluklar kalıyordu. O zamanlar her şey bambaşkaydı. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı. 1 No'LU Havaüssünün adı, eskiden değişikti, oraya İngiltere ya da Britianya derlerdi. Ama Londra'nın her zaman Londra olduğundan kuşkusu yoktu." 
Savaş Öncesi Ve Sonrası durumunu kitapta Devrim Öncesi hayatı sorgulayan, bu hayat hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen  Winston'un barda yaşlı bir adamla konuştuğu   şu sözler anlatıyor.
" Ben daha doğmadan , siz yaşını başını almış bir adamdınız herhalde. Devrimden önceki günleri hatırlıyor olmalısınız. Benim yaşımdakiler bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar. Öğrendiklerimizin tümü kitaplardan, ama kitaplarda yazılı olanlar doğru olmayabilir. Bu konuda düşüncenizi öğrenmek isterdim. O zamanlar baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Her şey düşünebileceğimizden de kötüymüş. Burada, Londra'da insanların büyük bölümü doğumlarından ölümlerine dek yetersiz besin alıyorlarmış. Yarısından çoğunun ayağında ayakkabı bile yokmuş. Dokuz yaşında okuldan ayrılır, günde on iki saatten çok çalışır, bir odada on kişi uyurlarmış. Bu arada azınlıkta olan ve kapitalist denilen varlıklı ve güçlü bir avuç insan varmış. Tüm mal mülk onların elindeymiş. Otuz hizmetçisi olan koskocaman evlerde yaşarlar, otomobillerle ya da dört atlı faytonlarla gezerler, şampanya içer, silindir şapka giyerlermiş…" 
Winston hakkında bilgiler verilirken kitaptan, roman ilerledikçe başka karakterlerle tanışıyoruz. Bayan Parsons, Wither, Syme, O'Brien, Ve Julia..   Kitabın ikinci bölümünde  Roman dairesinde çalışan, Nefret anında Winston ile karşılaşan Julia'ya   yer veriliyor.  Nefret anında Julia adında bir kızın kendisini takip ettiğini sanıyor Winston.   Takip ettiğini sandığı şey ise düşünce polisinin bir mensubu olduğunu sanması.  Julia, Proleterya sınıfı için ucuz romanlar çıkaran makineleri tamir eden biri olarak romanda yerini alıyor.
Winston’a gizlice üzerinde " Seni Seviyorum’’ yazılı bir not bırakıyor ve bu nottan sonra  Julia ve Winston televizyondan uzak ve sessiz bir yerde buluşmak üzere anlaşıyorlar. Çünkü kendileri için tek çare tele-ekranlardan, kameralardan uzak bir yerde buluşmaları.  Bunu seçme nedenleri parti içindeki sorumluluklar. Bu anlaşmayla birlikte Julia İle  Winston'un tele-ekranlardan uzak kaçamak ilişkilerine  tanıklık ediyoruz. Ama bu aşkta birçok şey açığa çıkıyor. Çünkü partiye göre partidekiler kendi arkadaşlarını yoldaş bilirler,  ve parti tarafından görüldükleri takdirde ceza alacaklarını bilirler. Winston ile Julia arasındaki diğer ortak özellikle Parti'yi sevmiyor oluşlarıydı. Herkes partinin değerleri için çalışıyor, Büyük Birader'e itaat ediyor ama kimse çalıştığı yerde bulunmayı sevmiyordu. Diktatörlüğün de böyle olduğunu  Orwell anlatıyordu.  Kitabın ilk bölümünde sıkılacağınız pek çok yer olurken, ikinci bölümünde Winston ve Julia'nın kaçamak ilişkileriyle heyecanlanmanız kaçınılmaz oluyor. Winston ile Julia arasındaki geçen diyalog Julia'nın fahişe bir profilde olduğunu anlatıyordu, ama Julia bunu sadece parti üyeleriyle yapıyordu. 
" Dinle. Ne kadar çok erkekle yatmışsan seni o kadar seviyorum. Anlıyor musun?
Evet, hem de çok iyi
Saflıktan nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. Erdem denen şey hiçbir yerde var olmasın istiyorum. Herkesin iliklerine dek ahlaksızlaşmasını istiyorum
Öyleyse ben tam sana göreyim. İliklerime dek ahlaksızım ben " 
Orwell, bireylerin özgürlüklerini nasıl kısıtladıklarını Winston ile  Julia karakterleri üzerinden anlatıyor. Bu ilişkide ilk kural tele-ekranlara gözükmemek.  Çünkü partiye göre  sevişmek yasak, yakalanıldığınız takdirde cezaya çarptırılıyorsunuz. Sonraki zamanlarda aynı yerde buluşamıyor bu ikili. Sığınacak yer arıyorlar, ilk sığınacak yer Mr. Charrington'un evi oluyor, ama evde kendilerini beklenmedik şeyler bekliyor. Kaldıkları oda farelerle dolu, sadece kaldıkları oda değil bütün Londra'nın fareyle dolu olduğunu söylüyordu Julia, sonralarında Londra’nın her yanında ansızın yeni bir poster belirmiştir. Yazısı yoktur posterin, yalnız makineli tüfeğini kalçası düzeyinde tutmuş, koca çizmeleri olan Moğl yüzünde hiçbir anlatıım bulunmayan bir Avrasyalı askeri yürürken gösteren üç dört metre boyunda bir resimdir bu. Kentin her yeri bu posterle doludur. Goldstein’in resimleri yakılmıştır, Avrasyalı asker posterleri yırtılıp alevlere atılmıştır. Bazı dükkanlar yağmalanmış, bir karı kocanın evi ateşe verilmiş, ikisi de dumanlar arasında can vermiştir. Bu poster Londra'nın gerçek yüzüydü, diktatörlük sisteminin başında bulunan Büyük Birader'di…  
 Winston ile Julia'nın kaldıkları yer onların cennetiydi. Orada sevişiyorlar, orada uyuyorlardı.Winston Smith için Charrington soyu tükenmiş bir hayvandı. Ama Winston’un kendisiyle konuşmasından keyif alıyordu. Charrington aynı zamanda eskici dükkanın yaşlı sahibiydi.  Yaşlılar kendileriyle ilgilenenleri severlerdi. Charrington da böyle biriydi. Winston, bazen partiye karşı başkaldırıyı düşünüyordu, onu destekleyenler olsa da bu yanıltıcıydı. Partiyi yenmek olanaksızdı. İsyan edilse de partinin düzeni ve kendisi değişmeyecekti. Partinin iki amacı vardı. Yeryüzünü tümüyle ele geçirmek ve bağımsız düşünce olanağını sonsuza dek ortadan kaldırmaktı.Partilerde önemi bir yasa vardır..
" Kitlelerin ne düşündükleri partiyi ilgilendirmez’’
Parti üyesi daima düşünce polisinin gözetimi altında yaşar. Parti üyesinin yaptığı her şeye dikkat ederler. Parti üyesi düşüncesini söylemekten acizdir, söylediği takdirde bir boşluğa sürükleneceğini  ve işkence göreceğini bilir.. Winston işkence göreceğini bile bile kendi doğrularını söylemekten vazgeçmemiştir. Partiye karşı olduğu için partidekiler tarafından ağır eleştirilir, işkenceye mahkum edilir.  Hep büyük Biraderi indirmenin planını yapmaktadır Winston,  ama bu soruların cevapsız olduğunu   bilir. Parti yalnız kendisine güç vermesini ister. Partiler için başkalarının iyiliği değil, partinin iktidarda olması önemlidir!
O ‘Brien’a göre  Winston Smith kendi düşüncelerini söylediği ve partinin yanlışlarını sorguladığı için  silinmesi gereken bir lekedir. Winston, süründüre ,süründüre öldürülecektir, ama bunun için beklemesi gerekmektedir.  Winston, işkence edilerek  yavaş yavaş öldürülüyordu, ağır tutuk hareket ediyor,  yorgun hissediyor, ama Julia’yı satmıyordu. Bunun haricinde Winston her türlü saldırı ve işkenceye uğramış, oldukça hırpalanmıştı. Partiye karşı gelmenin cezasıydı bu.  Orwell buralarda başkaldıran insan modelinin resmini çiziyor okuyucuya.  Büyük Birader'den herkes nefret ediyordu ama herkes onun için çalışıyordu, çünkü bu Diktatörlük sisteminin baş nedeniydi.
 Kitabın en can alıcı bölümü O' Brien'ın Winston'a dönerek " Dünyada en kötü şey farelerdir " dediği, Winston'u 101 no'lu  en dehşet odalara hapsedip cezalandırdığı bölüm.  Kitaptaki bu bölümü okuduğunuzda 1980 darbesinde işkence görmüş insanlar zihninizde canlanması kaçınılmaz oluyor.  Bu bölümdeki sözler kitapta dehşet duygusu yaşamamıza neden oluyor, Orwell bunu ustaca başarıyor. 
“   Yalnız acı kendi başına yeterli olmayabilir,bazı durumlarda insan ölümle sonuçlansa bile acıya katlanabilir. Ama herkesin karşı koyamayacağı, düşünmek bile istemediği bir şeyler vardır. Böyle durumlarda korkaklık ya da cesaret söz konusu değildir. Yüksek bir yerden düşerken bir ipi yakalamaya çalışmak korkaklık değildir. Bunlar yok edilemeyecek basit içgüdülerdir. Aynı şey fareler için de geçerlidir. Senin için onlara karşı koymak olanaksızdır. Onlar senin için istesen de direnç gösteremeyeceğin bir baskıdır. Sonunda senden istenileni yapacaksın “
“ Seni yendik Winston. Seni parçaladık. Bedenine ne olduğunu gördün. Aklında aynı durumda. Artık,gururunu yitirdin. Tekmelendin,aşağılandın,azarlandın, acıyla çığlık attın,kusmuk ve kan içinde yerlerde yuvarlandın,acınma dinlendin, herkesi ve her şeyi sattın. Yaşamadığın bir tek rezillik kaldı mı?” 
Kitapta birçok mevzu dönüyor. Kahramanımız Winston'un farelerle dolu bir kafes içinde acı içinde kıvranılmasıyla kendisinin ağzından tek söz çıkıvermişti.  " Artık dünyada cezasını devredebileceği tek bir kişi olduğunu anlamıştı, farelerle kendisi arasına koyabileceği bir tek kişi vardı."  bunu söyledikten sonra Julia'yı ispiyonlamıştı. Ve sonra şöyle dedi
" Julia'ya yapın! Julia'ya yapın! Bana değil Julia'ya. Ona ne yaparsanız yapın! Umurumda değil! Yüzünü yırtın, etlerini parçalayın.Bana değil Julia'ya! Bana değil! "
 İşkence sırasında buna mecbur bırakılmıştı Winston.  Birbirlerine kendilerini sattıklarını sonunda itiraf etmiştiler.
“ Kestane ağacının altında
Sen beni sattın,ben de seni”
Winston’un Büyük Birader’e karşı olan nefreti  fazlaydı. Bunun azalacağını veya Büyük Biraderi sevebileceğini kim bilebilirdi ki? Hayatta her şey tersine dönebiliyordu..
Kısaca kitabı özetlemek gerekirse; Orwell kitap boyunca sorgulama içindedir. Kahramanımız  Winston Smith,  Devrim öncesi hayatı merak etmekte, bu hayatı sorgulamaktadır. Kendisi gibi sorgulayan insanları bulmak istemekte, ama kendisi gibi sorgulayan insanlar bu düşünceden mahrum bırakılmıştır.  Winston’un bu yaptıkları parti yasalarına göre yasaktır. Çünkü içinde bulunduğu parti sorgulamaya, düşünmeye izin vermez. 
Toplumun özgürlüklerinin sınırlandırılmasını, baskıcı rejimlerin birey üzerinde etkisini, Gelişen teknoloji ve iktidarların insanları kontrol altına almasını, özgürlüklerin kısıtlanmasını, sorgulamanın yasak olduğu bir toplumu, her yerde izlendiğimizi karamsar bir şekilde  gözümüze sokarak anlatıyor Orwell. Kuşkusuz en iyi distopya örneklerinden birini sunuyor okura.  Tele Ekranlar, mikrofonlar, kameralar, uydular… Ütopik dünyayı içinde barındırsa da   günümüze ışık tutuyor.   
Kitabın çevirisi Nuran Akgören'e  ait.   Bu kitap daha sonraları Can Yayınları çevirmeni " Celal Üster " tarafından çevrilmiş,  aşağıda " Altını çizdiklerim " kısmında okuyacağınız çeviri Nuran Akgören'e ait.  Kitabın yeni baskısındaki çeviri Celal Üster'e ait, ikisi arasındaki farklar bariz belli oluyor ama bu çevirinin  berbat bir çeviri olduğunu söyleyemem.  Tekrardan Orwell'ın 1984'üne dönelim.
Orwell, romanı İskoçya'da verem ile boğuşurken 1947-1948 yılları arasında yazdı. Kitap  sosyalizm karşıtı olarak suçlandı. O dönemin politikacılarıyla karşılaştırma yaparsanız romanı daha iyi anlayabilirsiniz (Adolf Hitler, Stalin gibi..) Bir de Roman üzerinden uyarlama " 1984’’ filmini  kitabı okuyarak izlerseniz daha yararlı olur sizin adınıza.Kitabı okurken bazen  beyninizi  fareler kemiriyor gibi bir hisse kapılabilirsiniz.  Yazar çoğu yerde kapalı bir dil kullandığını bizlere " 1984"  kitabında gösteriyor. 
Orwell için Cia ajanı olduğunu söyleyenler olsa da  bu rivayetten öteye gidememiştir. Bir ütopya harikasıyla karşı karşıyasınız, seneler önce yazılan bu kitapta Orwell günümüze " 1984" adlı kitabıyla ışık tutuyor.  Kitabı okurken Orwell'ın seneler öncesinden bugünleri görmesi onu gözümüzde dahi yapıyor.  Kitapta oldukça korku, kuşku karamsarlık unsuru olduğunun da altını çizmek gerekir. (Winston Smith 101 nolu odada Farelerle yalnız kalması sonucunda gördüğü işkence kısmını) kafanızda canlandırdığınız korku basamaklarını yavaşça tırmanmaya başlıyorsunuz. Tek cümleyle özet geçmek gerekirse; George Orwell’ın 1984’ü bizi  korku imparatorluğun içine sokarak umutsuz bir yolculuğa çıkarıyor. 
TENKİT

Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı gibi, 1984 de, tersine çevrilmiş bir ütopyadır: istikbalin, bir cennet’ olmaktan ziyade kâbuslu bir görüntüsü. Şurası belirtilmelidir ki, Huxley kitabını yazdığı zaman, kendi ütopyasının altı yüz sene sonra gerçekleşebileceğini sandı. Huxley’den on yedi sene sonra yazan Orwell, beyin yıkamanın, katı sosyal kontrollerinin ve siyasî hayvanlığın çok daha yakın bir zamanda gerçekleşeceğini sandı ve bu kâbuslu devletinin sadece otuz beş yıl sonra meydana çıkacağını söyledi. Satıhtan bakıldığında birbirinin benzeri görünen bu iki kitap arasındaki bir diğer fark şudur: Huxley, ilmî «gelişmeler» üzerinde dururken Orwell, devletini, bilhassa siyasî açıdan ele alır. Huxley’nin devletinin idealleri, «Topluluk, Beraberlik, istikrar» dır. 1984, bunların mevcut olduğunu kabul eder, fakat siyasî mutlakıyet onları çok daha kötü gösterir. Orvell’in devletinin sloganları şunlardır: «Harp Barıştır», «Hürriyet Köleliktir» ve «Cehalet Kuvvettir». Harp, Huxley’nin istikbaldeki dünyasını ilgilendirmez; Huxley’nin Cesur Yeni Dünyası’na musallat olan en büyük belâlar, sosyal kaderin kasvetliliği, ilmî âletler ve materyalizmdir. Sonra kitap hiciv ve nüktelerle dolu. Orwell’in dünyası ise, soğuk ve acıdır. İstikbalin, yirminci asırdan görülen bu iki görüntüsü arasındaki farkı, Huxley’in kitabının yazıldığı 1932 ile, Orwell’in kitabının yayınlandığı 1949 tarihinin hadiseleriyle izah edebiliriz Bu onyedi yılda dünya, Moskova’daki büyük tenkilleri ve yargılamaları, İspanyol Dahilî Harbini, diktatörlerin yükselişini, dünyayı kana boyayan İkinci Dünya Harbi’ni, silâh altındakiler ve sivil halk arasında milyonlarca insanın öldürülüşünü ve soğuk harbin başlamasını gördü. Böylece, Okyanusya’daki hayat, sadece kasvetli ve neşesiz bir hayat değil; dehşet saçıcı bir hayattır da. Aslında bir makale yazan ve polemikçi olan Orwell, 1984′ün polis devletinin kendine hâs mekanizma ve tekniklerini anlattığı zaman bilhassa başarılı. Onun bulduğu «düşünce suçu», «yem konuşma», «Büyük Birader» ve «İkiz düşünce» gibi terimler, günlük ingiliz diline girdiler. Bu kelimeler onun, sadece Nazi Almanya’sı ve Bolşevik Rusya’sında değil, daha yumuşak olmakla beraber, hiç de daha az tehlikeli sayılmayacak şekilde, «hür dünya» ülkelerinde olup bitenlerin, derin sezgi gücü ile analizinden çıkarılmıştı. Bu kitap, insanlar, kendilerini devletin baskıcı gücü altına sürüklenmelerine müsaade ettikleri takdirde, hayatın nasıl bir şekle dönüşeceğini hem kâhince gösteriyor hem de ikaz ediyor.

1984 KONUSU

Totaliter ve baskıcı bir iktidarın kontrolünde olan Okyanusya toplumu anlatılırr. Toplum parti ve onun lideri Büyük Birader’in diktatörlüğünde sınıflara ayrılmıştır. Hiyerarşik sınıflamada ortalarda yer alan bir memur, romanın baş kahramanıdır. Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan dış parti üyesi Winston Smith’in gözünden baskı altında yaşayan Okyanusya toplumu anlatılır. 20.yüzyılın en popüler distopik romanlarından biri sayılan roman roman üç kısmda incelenebilir. İlkin toplumda günlük hayat ve Winston’un yeri tasvir edilir. İkinci kısımda Julia adında bir kadınla yaşadığı cinsel ilişki ve parti yönetimine karşı çıkan düşünceleri işlenir. Son olarak da Winston’ın parti tarafından ele geçirilerek işkencelerle sisteme uygun bir vatandaş yapılması anlatılır. Daha önce yazdığı kurgu eser Hayvanlar Çiftliği ile 1984’ün benzer çıkış noktaları olduğunu söyleyebiliriz. İkisi de konularını II. Dünya Savaşı sonrası oluşan baskıcı yönetimler, Sovyetler Birliği’ndeki komünist rejim ve iktidar anlayışındaki yanlışlıklardan alır.
Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.
Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.
Partinin bu iki söylemi kitapta sık sık geçer.

1984 ÖZETİ

Winston Smith, "Doğruluk Bakanlığı"nda çalışmaktadır. İşi özel bir borudan, ona gelen notları eski verilerin ve bilgilerin yerine yazmaktır yani tarihi değiştirmektir. İşinden memnun, işini iyi yapan biridir. Ama bir gün Winston için herşey değişir. Tüm olacaklar Winston'un antika eşyalar satan bir dükkandan, yaprakları yumuşacık bir defter ve mürekkepli kalem almasıyla başlar. Bu özel defteri günlük yapmaya karar verir. "Tele Ekran"dan görülmeyecek şekilde saklandıktan sonra günlüğünü yazmaya başlar ve artık o düşüncelerini yazmaya cesaret edebilmiş bir düşünce suçlusudur. Suçu "Büyük Birader" diye biri olmadığını, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmesidir. Bu düşüncelerini doğrulayacak kaynak, ona inanacak kişi arayışına girer.

"Doğruluk Bakanlığı"nda çalışan "Anti-Sex" adlı örgütün üyesi olan Julia ve devletin önemli adamlarından olan O'Brien'in da kendisiyle aynı düşünceleri paylaştıklarını düşünür. Kısa bir süre içinde de bu düşüncelerini doğrulayan üç kağıt eline geçer. Birini Julia gizlice avucuna sıkıştırmıştır ve içinde "Seni Seviyorum" yazmaktadır. Julia da artık düşünce suçlusudur çünkü birini sevmiştir. Julia ile birlikte "düşünce polisi"nin olmadığı gizli yerlere giderler ve Winston'un uzun seneler önce* ayrıldığı ama resmiyette eşi olan kadını aldatırlar. Bu gizli buluşmalarında hatırladıkları geçmişlerini paylaşır, kendilerince mutlu olurlar. İkinci kağıdı ise O'Brien, "Yeni Konuş" için yapılacak sözlüğe katkıda bulunmasını bahane ederek "tele ekran"ın gözü önünde ona vermiştir ve içinde O'Brien'in adresi yazmaktadır. O'Brien'in evine Julia ile beraber gittiklerinde, O'Brien, Winston ve Julia'ya yemin ettirir ve bir kaç gün içinde onlara bir kitap ulaştıracağını bu kitabı okuduklarında merak ettikleri şeylerin cevabına ulaşacaklarını söyler. Üçüncü kağıt ise ona yapması gerekenleri anlatan borudan düşer. Bu kağıt zaman içinde borunun içinde sıkışmış, tarihin değiştirildiğinin kanıtı olan bir fotoğraftır. Fakat Winston bu fotoğrafın kıymetini tam olarak anlayamadan el alışkanlıyla tarihin yok edildiği, ateşe atar.

Winston kendindeki bu değişimi, iş arkadaşları ve komşularından saklamak, kitabı okumak ve Julia ile daha rahat birlikte olabilmek için, günlüğünü aldığı dükkanın üst katını kiralar. Burası, Büyük Birader'in çalışanlarına verdiği dairelerden çok farklıdır. Eski tarzda döşenmiştir ve odada "Tele Ekran" yoktur! Onlar için "Tele Ekran"nın olmaması çok büyük bir avantajdır çünkü "Tele Ekran" hem alıcı, hem verici olarak kullanılan bir alettir ve düşünce suçlularını yakalamakta kullanılmaktadır. Julia ile buluştuklarında, Julia elinde gerçek çikolata, gerçek ekmek vb. ve sadece sokak kadınlarının kullandığı adi bir kaç makyaj malzemesi ile gelir. Bunlar ikisinin de sadece adlarının duydukları ama gerçeklerini görmedikleri şeylerdir. Çünkü onların yaşadığı zaman diliminde, herşey yapaydır. Bu gizli kiralık oda da kitabı okumaya başlarlar ve devletin yapısını anlamaya başlarlar.

Kitaba göre;
Sorun, dünyadaki gerçek zenginliği artırmaksızın, endüstri çarkını döndürmektir. Üretim sürdürümeli, ama üretilenler insanlara dağıtılmamalıydı. Uygulamada bunun için tek çözüm yolu, sürekli savaş durumunda olmaktı. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgünü kullamasının akıllıca bir yoludur. Yeni silahlar bulmak için araştırmalar aralıksız sürdürülmektedir, zeki beyinler için tek doyum alanı buradadır. Okyanusya'da, şu anda eski anlamdaki bilim artık yaşamamaktadır. Yenikonuş'ta "bilim"i karşılayacak bir sözcük yoktur. Teknik gelişmeler, eğer insan özgürlüğünü biraz daha kısıtlamaya yarıyorsa kullanılır.

Televizyonun yapımı ve aynı aygıtın, hem alıcı hem verici olarak kullanılmasını sağlayan teknik gelişmeler, özel hayata son verdi. Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi gerekecek kadar önemli herkesin, hiç aralıksız polis denetimi ve başka iletişim yolları bulunmadığından, sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutalabilmesi sağlandı. Böylece tarihte ilk kez herkesin devletin isteklerine boyun eğmesi ve her konuda düşünsel bir birliğin oluşması sağlandı. Karşıt olayların ve kavramların birbirine bağlanması, Okyanusya toplumunun en belirgin yanıdır. Resmi ideoloji, gerek olmayan yerlerde bile çelişkilerle doludur. Böylece Parti, sosyalizm akımının savunduğu tüm ilkerleri yadsır, kötüler ve sonra bunun sosyalizm adına yapıldığını söyler. İşçi sınıfının yüzyıllardır hor görüldüğünü söylerken, kendi Parti üyelerine, işçilere giydirilen ve bu nedenle kabul edilmiş uniformaları giydirir. Aile bağlarını düzenli bir biçimde çürütürken, önderini doğrudan aile duygularına seslenen bir adla-Büyük Birader- çağırır. Gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir. Eğer eşitsizlik sürdürülecekse -yani yüksek grup yerini koruyacaksa- zihinsel koşullar, denetlenmiş olmalıdır.

Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurnaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı, baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı, iktidardır.

Julia ve Winston, dışardan gelen seslerle uyanırlar. Düşünce polisi onları bulmuş, teslim olmalarını istemektedir. Teslim olmadan önce birbirlerinden asla vazgeçmeyeceklerine söz verirler ve düşünce polisi içeri girer. Düşünce polisi aslında, odayı kiraladıkları, günlüğü aldığı antikacıdır! O yaşlı görünüşü gitmiş gençleşmiş ve gerçek yüzüde ortaya çıkmıştır. Meğer odada "tele ekran" varmış ve her hareketleri izleniyormuş!

Oradan, Sevgi bakanlığına götürülürler.Sevgi Bakanlığı hiç penceresi olmayan, yerin bilmem kaç kaç altına inen korkunç bir yapıdır. Orada Winston'a çeşitli işkenceler yapılır böylece devlet hakkında düşündüğü ve okuduğu tüm bilgileri bir tarafa bırakarak, devlete yani partiye koşulsuz itaat etmesi sağlanır. Düşünceleri kontrol altına alınır. Ama hala duyguları kontrol altına alınamamıştır. Ama Sevgi bakanlığında bunun da bir çözümü vardır. Winston'un yüzüne fareleri yaklaştırınca, farelerle kendi arasına Julia'ya koyar. Çünkü koyacak başka kimsesi yoktur. Benim yüzümü ısırmasınlar, Julia'nın yüzünü ısırsın, der.

Sevgi Bakanlığından gönderildikten sonra çok rahat koşullar altında, hiç izlenmeden yaşamaya başlar. Ama hiç arkadaşı yoktur ama bunun onun için bir önemi de yoktur. Bir gün yolda Julia ile karşılaşır. Julia'da korkusuna yenik düşüp onu satmıştır. Birbirlerinden özür dileyip, dostça ayrılırlar. Ve geçen hergün, Parti ve Büyük Birader'e olan bağlılıkları artarak yaşamaya devam ederler.



SINIF AYRIMI

Toplum var olan tek partinin görevlileri ve proletarya(prol) olarak anılan işçi sınıfından oluşur. Parti üyeleri de iç ve dış parti üyeleri olarak ikiye ayrılır: iç parti üyeleri, siyaseti yönlendiren ve hükümeti kuran kesimdir. Dış parti üyeleri ise titizlikle seçilen, toplumun orta sınıfını oluşturan memurlardır. Sadece sigara ve Zafer Cini tüketme ayrıcalığı olan dış parti üyeleri, sürekli gözetim altındadır. Nüfusun %85’ini oluşturan işçi kesimi ise alt sınıfı oluşturur. Düşüncesi kıt olan proller görevlerini  yerine getirdikleri sürece partinin söylediği kadar işçilik, ev işi, çocuk bakımı, komşu kavgaları, sinema, futbol, bira ve kumar ile yaşar.

1984’TE DÜNYA

1984_fictitious_world_map_v2_quad.svgYeryüzü Okyanusya (Oceania), Avrasya (Eurasia), Doğu Asya (Eastasia) adlarında farklı yönetim tarzlarına sahip üç süper gücün kontrolü altındadır. Romanda Goldstein karakterinin yasaklanmış kitabı vasıtasıyla bu süper güçlerin ne kadar farklı gözükseler de ideolojilerinin aynı olduğu, fakat halkların bunun farkına varamayacak şekilde bastırıldıkları ve bunun da bu üç iktidarın devamı için bir zorunluluk olduğu söylenir. Bu üç süper güç birbirleriyle sürekli bir savaş hali içindedir ve bu süreçte müttefikler sürekli değişmektedir. Savaşların amacı, eskisi gibi bağımsızlıkların korunması değil, ekonomi dengeleri ve iktidar yapılarının korunmasıdır.
Ingsos, yani İngiliz Sosyalizmi ile kontrol edilen Okyanusya; Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Afrika kıtasının bir bölümü ve Britanya adasına sahiptir. Avrasya ise Rusya ve Avrupa’yı oluşturur. Yeni Bolşevizm adlı idare anlayışına sahiptir. Doğu Asya ülkesi: Çin, Japonya, Kore ve Kuzey Hindistan alanında hüküm sürer. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Güney Hindistan coğrafyası da bu güçlerin savaş ve sömürge alanıdır. Romanın ilk yarısında Okyanusya, Doğu Asya ile müttefiktir. Avrasya’ya karşı savaşırlar. İkinci yarıda ise Avrasya ile Okyanusya müttefik olup, Hindistan’da Doğu Asya’ya karşı savaşırlar. Devletin düşmanı Goldstein’in kitabında bu savaşların bir kurmaca olduğu söylenir. Kimse kazanamayacak, ya da bitiremeyecektir. Devletlerin geçerliliği bu kurmaca savaşlara bağlıdır.

 GERÇEKLİK

1984 Özet Orwell1984 Özet OrwellHalk iletişim araçları ile gerçekten farklı durumlara inandırılır. Devletin yenilgileri bile propaganda yayınlarıyla birer destan gibi gösterilmektedir. Parti her türlü bilginin kontrolünü elinde tutarak her bilgiyi değiştirebilir. Anlık olaylar için geçmişteki yayınlar ortadan kaldırılarak tarih yazımı da söz konusudur. Bu yolda dil bile değiştirilmiş. Kelimelerin anlamları partinin isteğine göre belirlenmiştir. “Yenikonuş” adında kurgusal bir dil oluşturulmuştur. Bilinci daraltmak, herhangi bir başka düşüncenin ve konuşmanın ortaya çıkmasını engellemek için özgürlük, karşı çıkış, isyan gibi kavramlar dilden silinmiştir.
“Çiftedüşün” yaklaşımıyla karşıtlık içeren sözcüklerin anlamları birleştirilerek karışıklık oluşturulmuştur. Böylelikle iktidarın aksine düşünceler oluşamayacaktır. Sözcükler partinin kast ettiği şeyi anlatmaktadır. Mesela: Barış Bakanlığı savaşları düzenler. Bolluk Bakanlığı yiyecek kısıtlamalarını, Sevgi Bakanlığı isyan ve işkenceyi, Doğruluk Bakanlığı ise ülkede tele ekranlarla yapılan gözetimi sağlar. “Düşünce Polisi” otoritenin aleyhinde düşüncelere sahip olanları yakalar, etkisiz hale getirir. Zaten her yerde bulunan “Büyük Birader Seni izliyor” mesajları ve kameralar ile insanın sakıncalı bir eyleme kalkışması engellenmektedir.1984 Özet Orwell
Din yasaktır. Parti varken dinin insanların hayatını yönlendirmesi istenmez. Zevk ve eğlence çoğu zaman sakıncalıdır. Cinsellik, çocuk yapmak hariç, yasaktır. Böyle şeylerle yorularak üretime harcanabilecek enerji tüketilmemelidir. Tepki, eleştiri ve isyan ancak parti söylerse olabilir. Bu da  İki dakikalık nefret seanslarıyla devlet düşmanlarının dev ekranlarla kitleler halinde kınanması halinde gerçekleşir.

SONUÇ

Vatandaşlar herhangi bir sadakatsizlik halinde sistematik işkencelerle yeniden eğitimden geçirilmektedir. Bu yöntemle vatandaşların zihinleri “2+2=5” yaklaşımını bile kabul edecek şekilde yeniden şekillendirilir. Sevgi Bakanlığı, ideolojiden sapanların ceza olarak itiraflarını almakta ve tutukluların önce bu itiraflarına inanmalarını ve yaptıklarından gerçekten pişman olmalarını sağlamaktadır. Bu işlem sonunda toplum içine yeniden salıverilen kişiler, partinin otoritesini yansıtır.
Winston en başta baskıcı iktidara karşı fikir geliştiren bir memurdur. Gittikçe artan şüpheleri küçük ipuçları ile derinleşir. Julia adlı bir kadınla toplumdan gizli cinsel ilişki yaşar. Ardından odalarındaki gizli bir kamera sayesinde yakalanırlar. İşkence ile doğru bildikleri unutturulur. Winston işkenceden kaçabilmek için sevdiği Julia’yı dahi suçlamaktadır. Julia da çözülmüştür. Basit bir yaşantıya sahip olan Winston öykünün sonunda partinin gerçekliğini kabul etmiştir. Eskiye dair bir şey hatırlamaz. Julia’yı gördüğünde, tam da partinin istediği gibi, Okyanusya’ya yakışır biçimde davranır. Artık birer sade vatandaştırlar.
 “Geçtiğimiz on yıl boyunca en çok yapmak istediğim şey politik yazıyı bir sanata dönüştürmektir. … çünkü ifşa etmek istediğim bazı yalanlar, dikkat çekmek istediğim bazı gerçekler var. … Görev, bu çağın bizi yapmaya zorladığı gerçek halk ve toplumsal aktiviteler yoluyla benim içime işlemiş olan, hoşlandığım ve nefret ettiğim şeylerin uzlaşmasını sağlamaktır.” George Orwell


 Başlıca Karakterler: 

Winston Smith: Okyanusya’nın propaganda fabrikası Hakikat Vekâletinde çalışan vasat zekâlı, küçük bir memur. 

Julia: Hakikat Vekâletinin Kurgu Dairesinde çalışan güzel, isyankâr bir genç mekanik. 

O’Brien: Parti yüksek kademesindeki küçük çevreye mensup çirkin, yüksek ölçüde zeki bir üye.  

Mr. Charrington: Londra’da, mazinin zevkli ve cazibeli kalıntılarıyla dolu bir eskici dükkânının yaşlı sahibi. 

Büyük Birader: Okyanusya’nın, her şeyi gören, her şeye kaadir ve manyetik gözleri ile her ilân ve reklâm tahtasından bakan hükümdarı. 

Emmanuel Goldstein: Okyanusya’nın baş düşmanı, yarı-mistik bir adam.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

Bin Dokuz Yüz Seksen DörtGeorge Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer.Distopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Aynı zamanda kitapta geçen "düşünce polisi" gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.

Yazılış süreci

Orwell, romanı İskoçya'da verem ile boğuşurken 1947-1948 yılları arasında yazmıştır. Roman, Avrupa'daki Son Adam (The Last Man in Europe) ismiyle yazılmıştır. Öte yandan, ABD ve Birleşik Krallık'taki yayımcısı (roman bu iki ülkede aynı anda satışa sunulmuştur) pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e (Nineteen Eighty-Four) çevirmiştir. Roman ilk kez 8 Haziran 1949'da basılmıştır.
Kitap sosyalizm karşıtı olarak suçlanmıştır, ancak Orwell buna karşı çıkmıştır. 16 Haziran 1949'da yaptığı açıklamada Orwell şöyle konuşmuştur: "Yeni romanımda [Bin Dokuz Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi'ne bir saldırıkastetmedim, ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve halen komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim... Kitabın konusunun Britanya'da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir."[1]
Romanın distopik dünyasında totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatımanipüle edilmektedir. Roman daha sonra ünlenecek Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramları içermektedir. 20. yüzyılın en etkili romanlarından biri olmasının yanı sıra satış anlamında da çok başarılı olmuştur.
Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya isimli romanıyla birlikte, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört İngiliz edebiyatının ilk ve en ünlü anti-ütopikedebi eserlerindendir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve içerdiği terminoloji mahremiyet tartışmalarında sıklıkla ortaya atılmış ve kalıplaşmıştır. Kitap birçok farklı dile çevrilmiştir. Türkiye'de Can Yayınları tarafından Türkçe olarak basılmaktadır.
Bu roman aynı zamanda 1984 yılında beyaz perdeye uyarlanmıştır.
Kitaptaki çiftdüşün tekniğiyle karşıt kavramlar bir arada kullanılarak kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesı beklenir. Zira, kitaptaki düzende merkez partiye bağlılığı göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile doğru bellemesi gerekir.
GEORGE ORWELL ESERLERİ


George Orwell (1943)

GEORGE ORWELL


George Orwell, asıl adı ile Eric Arthur Blair (d. 25 Haziran 1903, Bihar; ö. 21 Ocak 1950, Londra)[1] , 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir.[2][3]
Orwell'in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur.
Gençlik döneminde Fransa'da bulunmuş, türlü mesleklerde çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır.
Orwell'in ilk romanı, otobiyografik olup olmadığı halen tartışma konusu olan Paris ve Londra'da Beş Parasız'dır. 1933 yılında yayınlanmış olan bu eserde olaylar, ismi asla zikredilmeyen bir karakterin ağzından aktarılmaktadır. Eserin kahramanı Paris'te İngilizce kursu vermek üzere bulunan, öğrencilerinin dersleri türlü bahanelerle bırakmasından sonra ise işsiz ve meteliksiz kalan genç bir adamdır. Günler boyunca açlık çeken, sokakta sabahlayan, sonunda önce otel mutfağında, ardından da bir restoranın bulaşıkhanesinde iş bulan baş karakter, sonunda zihinsel engelli bir çocuğun eğitmenliğini üstlenerek Londra'ya gider.
Ne var ki talihsizlik ve yokluk, burada da peşini bırakmaz. İşvereni olan ailenin tatile çıktığını öğrenir, onların dönüşünü yersiz yurtsuz bir serseri olarak, yollarda aç bilaç taban teperek, güçsüzlere ayrılmış yatakhanelerde sabahlayarak geçirmeye zorlanır.
Avrupa'nın iki büyük başkentini toplumun en alt basamağındaki bir kişinin gözünden betimleyen eserden sonra Burma Günleri (1934) ve pek fazla beğenilmeyen Papazın Kızı(1935) gelir.
Orwell'in edebi hayatındaki ikinci kilometre taşı, daha sonra kaleme alacağı Daralma ile pek çok ortak noktası bulunan Keep the Aspidistra Flying (Zambak Solmasın) adlı romandır. Orwell bu eserde kendisinin de bir parçası olduğu, dar gelirli ortadireğin yaşantısına ayna tutar; bu sınıfa mensup olanların hayatını adım adım kurutup manasızlaştıran, umutlarını ve hayallerini teker teker öldüren geçim derdine ve tekdüzeliğe isyan eder.
1937 yılında Orwell maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan Wigan Pier Yolu'nu kaleme alır. Ne var ki yazıları, bu tarihten sonra bir süreliğine kesintiye uğrayacaktır; çünkü güneyde, İspanya'da savaş davulları çalınmaya başlanmıştır.
Orwell, İspanya'da darbe girişiminde bulunan, Hitler ile Mussolini'nin de desteğini alan Franco'ya karşı çarpışacak gönüllülere katılarak İspanya'ya gider.[4] Savaşa dair anılarını daha sonra Katalonya'ya Selam adlı eserinde aktaracaktır. Orwell’in ölümünün ardından evrakı arasında bulunan notlarda İspanya’ya ilk gidişini şu şekilde anlatır;
POUM milisine 1936 yılı sonunda katıldım. Bir başkasına değil de bu milise katılmamın başlıca nedenleri şunlardı: İspanya’ya gitmeye gazete makalelerim için malzeme toplayabilmek amacıyla niyetlenmiştim. Bunun yanı sıra, eğer çarpışmaya değer gibi görünürse, belki de savaşırım diye muğlâk bir düşünce de vardı kafamda. Ne var ki hastalıklı bünyem ve nispeten az sayılabilecek askeri tecrübem hesaba katıldığında, savaşmak hususunda pek bir kuşkuluydum.
Orwell gördükleri karşısında çok etkilenir: Darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler ve anarko-sosyalistler İspanya'da yepyeni bir düzen kurmuş gibidir. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler sokaklardan çekilmiştir. Piyasadaki pek çok mal ihtiyaç sahiplerine parasız dağıtılmaktadır. Yeni sistem sosyal hayatın her detayını etkilemektedir: Artık hiç kimse senyör gibi, karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telaffuz etmemektedir ve bahşiş bırakmak yasaktır.
Orwell cepheye gider, bir keskin nişancının attığı mermiyle gırtlağından vurulur. Ölümden kılpayı kurtularak cephe gerisine gönderilir ve İspanya'ya ilk geldiğinde gördüğü düzenin tamamen ortadan kaldırılmış olduğuna tanık olur. Kanaatine göre bu durum sadece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa'da zamansız bir sosyal devrim hareketinin başlamasını "faşizme karşı birleşik cephe" politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin'in de eseridir.
Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği ile yakın bağları bulunan İspanyol Komünist Partisi bir siyasi temizlik hareketine girişir. POUM (Marxist İşçi Birlik Partisi) yasadışı ilan edilir, yabancı uyruklu birçok asker tutuklanır veya -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kalır.
Orwell'in ömrü, henüz kırk altı yaşındayken noktalanmıştır. Hayvan Çiftliği'nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açmıştır.
II. Dünya Savaşı boyunca Observer gazetesinde çalışmıştır. 1945 yılında eşini başarısız bir ameliyat sonrasında kaybetmiş, ölümünden kısa bir süre önce yeniden evlenmiştir.[5]
21 Ocak 1950 tarihinde Londra'da hayata veda etmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmıştır.